13 Eylül 2011
katmandu'da ev hali: janakpur.
02 Eylül 2011
Yoga Felsefesi: Bir Önsöz -2
11 Ağustos 2011
Deniz Kağan Güner

Hava soğudu, ağustos sıcağı yüzünü eylül rüzgârlarına, sonbahar yağmuruna, gözü okşayan parlak ışığa döndü. Kediler ferahlayıp hareketlendiler; karıncalar koşuşturuyor. Yapraklar düşmeye başlar birazdan. Bugün etrafta şemsiyeler boy gösteriyor. Bunlar rutin değişimler elbet. Sanki bizi pek etkilemiyor gibi. Çoğumuz hiç aldırmıyor bunlara. Çünkü onların ruhunda başka fırtınalar esmekte. Hem çaresizlik çöreklenmiş yüreklerinde. Böyle olanlarla beraberim dünden beri.
Bir anne oğluna sarılamayacak artık. Erkek kardeş kiminle paylaşacak en derin duygularını? Babanın kolu kanadı kırık, sanki çocuk olmuş gözleri. Bir de bizler varız; dünyamızı terkeyleyen o adamın tanıdıkları, okul arkadaşları, dostları, öğrencileri, iş arkadaşları, dernek arkadaşları,.. onu sevmeyen biri yok hiç. Ama hakikaten böyle. Hani derler ya, "yeryüzüne inmiş bir melek"; işte Kağan onlardandı.
Tuhaf tesadüf, Kağan'ın annesi yakın dostum L.'nın sınıf arkadaşı. Hiç kopmamış bir dostluk. Dün ikimiz onlara ziyarete gittik. Morallerimiz yükselsin, sevgiler sarsın her yanımızı, iç dökülsün, gözler derinlere baksın... Kağan hepimizi toparladı, bir araya geldik, onun güzelliklerini saymaya hacet yok ki! İnançlı olmak tek yapılacak şey gibi o an.
Sonra, gece yağan yağmur çakan şimşek bugüne hazırladı hepimizi. Kaynayan yaralara merhem olmak ister gibi serin ıslak bir gün bugün. Karacaahmet Mezarlığı'ndan yürüyüp o yepyeni güzel Şakir'in Camisi'ne geldik. Yılların beyazlaştırdığı saçlarımızla dünmüş gibi tanıdık birbirimizi orada bekleşirken. Sanki okuldayız yine, bekliyoruz, öylece dikildik duruyoruz ortalık yerde, sanki Kağan'ı bekliyoruz. Orada o anne, o baba, o kardeş herkesi metanetle, misafirperverlikle ağırlıyorlar. Yakalarımızda takılı gülümsemesi can dostun. Gözleri yeni doğmuş gibi parlak. Sonra bu koca adamın çocukları var. Büyücek olan kızı, oradaydı; rasgelemedim göremedim. Oğlu ufak daha buraya gelmek için.
Hava pırıl pırıl, hafif bir esinti, arasıra atan damlalar. Gözlerde beliren yaşları, dağlı yürekleri dindiriyor.
Öyle bir gündü bu. Bazıları için hiç geçmeyecek. Bazıları için arasıra "hey gidi!" dedirtecek. Kimileri belki hiç mi anımsamayacak?
Değişti Kağan. Belki bugün yüzümüze düşen damlalardı, belki yansıyan parlak ışıktı, göğe uzayan ulu selviydi o... Hem hiç de değişmedi. Yayıldı içerimize, evrenin zerrelerine karışıp bir oldu, bizle bir oldu; yalnız bu bizim pek alışık olmadığımız bir algı çeşidi. Şimdi onu beş duyumuzla algılayamaz olduk. Beş duyu bu dünya için var tabii. Esasında tam gerçek olan boyutta algılamaya başladık biz Kağan'ı. Şimdi onun enerjisini hissedebiliyoruz, dinlemeyi bilirsek içimizde duyuyoruz onu. Biliyorum ben bunu. En yenisi annemden biliyorum. Babamdan biliyorum. Tattım ben bunu evvelden, önceki sevdiceklerimin terk'inden tanıdık bana bu.
Artık Kağan Londra'da, Kağan Kıbrıs'ta, Kağan İstanbul'da, değil. Kağan heryerde; ama en çok yüreğimizde.
22 Haziran 2011
Yoga Felsefesi: Bir Önsöz -1
01 Mart 2011
Yogimtrak.
Şöyle bir genelleme var etrafta; yogi yorulmaz, yogi hastalanmaz, yogi her daim neşelidir, yogi üşenmez, üşümez, üzülmez, vs... burada şehirliler "yogi" derken esasen etraftaki yoga hocalarını kastediyorlar. Arada epey bir fark olduğunu biz hocalar pekâlâ biliyoruz. Hem de birçoğumuzun gönül yarası zaten, yogi olunur mu? Yogi mi doğulur? Olabildim mi? Olamadım mı? Olabilir miyim?
Geçen hafta boyu süren grip nöbetim esnasında bir kere daha bunlar üşüştü aklıma. Hatta "ben nasıl hasta olurum ki?" diye "diğerleri"nden kendimi bir güzel daha üste yerleştirmek üzere olduğumu fark ediverdim... "U" dönüşü yaptım. Bir yoga hocasının yaşamı nasıldır şehirde? Buradaki misalden yola çıkarsak, ben hastalanınca ne yaptım, yapmadım? Elbette işimin gereği bildiğim bir takım yogik yöntemler uyguladım. Hiç ihmal etmediğim yogi çayını, masala çayını bol bol içtim, her sabah ve her akşam bir tatlı kaşığı zencefil, zerdeçal, tarçın ve baldan oluşan karışımı sıcak (kaynar değil) suyla yuttum. Her sabah cala neti (burun ve geniz temizleme tekniği) uyguladım. Bunlar kesmediğinde aspirin plus C'den içtim bir iki; baktım iyiye gidiş yok, kötüye gidiş mevcut, hain gribe karşı en en en son silahımı kuşanarak, yogi değil yogimtrak halimle yuttum antibiyotiği. Meyveyi ve sebze çorbalarını eksik bırakmadım. Sonunda geçti. Grip süresince, yogik metotların bana kazandırdıkları pek yabana atılmamalı; mesela ateşim çıkmadı, burnum tıkanmadı ya da akmadı, öksürük ancak son birkaç gün uğradı. Fena değil bence.
Bu gribe keçi lakabı verilmiş. Herkesten ayrı bir rivayetler silsilesi. Dikkat et, 20 gün sürdü bilmem-kimde; aman iyileştim deyip çıkıyorsun, sonra tekrar alaşağı ediyor; kızımı gece vakti hastaneye kaldırdım abla; derse gelemiyorum hocam serum takıldı bana; kocama serum verdiler de öyle iyileşti;... keçi denilmiş, çünkü inatçı, çünkü dayanıklı. Şimdi bu bendeki neydi bilemem, tek marazası, her yerimin kırılıp dökülmesi ve dolaşan ağrılar, halsizlik.
Yogimtrak yaşamımın bu bitap günlerinde zihinsel tutumlarımı, kalıp düşüncelerimi tarttım. Gücümün arttığı kimi günler fırsat bulup yapamadığım ufak tefek işlerimi hallettim. Dinlenmeye gayret edip, uslu uslu evde kaldım 6-7 gün boyunca. Hiç değilse ortalığa çıkıp bendeki mikrobu yaymadım sokaklarda. Direneceğime -biraz geç de olsa- kabullendim ve söz dinleyip "adı lazım değil"den yuttum sonunda.
Yine bu dönem, bir kez daha zihin-psikoloji-fiziksel bedenin ayrışamaz bütün halinde bulunduklarının göstergesi oldu. Hassas bir konu var hayatımda son aralık ayından beri, pek çoğunuzun bildiği, ama artık olup- bitti diye rafa kaldırılan. Annem. Onun dünyamızdan ayrılışı. Olup- biten, ölüp- giden, yitip- kaybolan. Ben bile kendimin merkezinde yoğuşarak dersten derse koşar, sosyalliğimin doruklarında dolaşır ve hayhuya kendimi kaptırırken; bir güzel unutu- unutuveriyorum anacığımı dünya gözümle artık göremeyeceğimi. Sesini dünya kulağımla işitmeyeceğimi. Teninin kokusunu filan unutuveriyorum sanki. Sanki. Hâlbuki tek başıma yatağa uzanmışsam, uyku da hemen uğramıyorsa, hele de bu son sefer ki gibi uzun yatak istirahatindeysem; bir hüzündür, bir suçluluklar silsilesidir basıveriyor. Geçen gece işte, hastalığın ruha da işleyişiyle, tek başımayken olmadık bir kitabın, olmadık bir yerinde başladım zırlamaya. Oldukça uzun bir ağlama nöbeti. S. geldiğinde yanıma, sızlandım ona, pek çok toplumlarda, hele de eskilerde, insanlar yas tutarlar. Böylece o gidiş oldu- bitti olmaz, herkes de insanı büyük ihtimal karalar bağlamış görünce ona göre davranır, hassasiyet gösterir, ölüm böylece hayatın içersinde yer bulabilir, ölüm elle tutulur bir gerçek olarak yaşanır.
Bu öldü- bitti dönemimle beraber alttan alta hayatımda yer alan bir kaç hastalık, direnç düşüklüğü eğer oldu- bitti'ye gelmeseydi, yine de olur muydu? Bilemem. Ancak şu yaşıyor olduklarım hep bana gösteriyor ki, bedenim düşüncemin ürünü, bedenimle var olurken "ben", kalp acıları bedenimi de tutuyor. Sağlık da ondan, hastalık da.
Geçen bir hafta bir güzel durdurdu beni. Düşündürdü beni. Ara verdirdi yaşamıma. Yaşantıladıklarıma yenilerini eklememe mahal bırakmadı. Her fenomen gibi, bunun da yaramaz tarafları kadar, yarayan kısımları da mevcuttu. Galiba en güzeli doya doya ağlamaktı. Ve böyle zor bir dönemden geçerken, fazla yara bere almamı engelleyen yogimtraklığın verdiği anlayış açıklığıydı.