28 Temmuz 2010

Zihnin Gerçek Doğası

Zihnin henüz yaratılmamış doğasının yüksek zeminini fethetmek için, kaynağa gitmemiz ve düşüncelerin kökenini tanımamız gerekir. Aksi halde, bir düşünce ikinci düşünceyi doğurur, ikinci düşünce bir üçüncüyü, ve bu böyle sonsuza dek sürer. Biz sürekli geçmişten anıların saldırısındayız ve gelecek için beklentilerle sürükleniriz, ve şimdiki anın farkındalığını kaybederiz.
Varoluşlar çarkına bizi ayartan kendi zihnimizdir. Zihnin gerçek doğasına kör olarak, bu doğanın manifestasyonları olan düşüncelerimize hemen yapışırız. Bu, farkındalığı, ben ve öteki, arzulanan ve tiksinilen, vs gibi katı kavramlara dönüştürür. Samsarayı* işte böyle yaratırız.
Ama, eğer, düşüncelerimizin katılaşmasına izin vermek yerine, onların boş olduğunu anlarsak, o zaman, zihinde doğan ve kaybolan her düşünce, boşluğun kavranışını hiç olmadığı kadar daha belirgin hale getirir.
Kışın tam ortasında, soğuk gölleri ve nehirleri dondurur; su öyle katılaşır ki insanları, hayvanları ve arabaları taşıyabilir. İlkbaharın yaklaşmasıyla, toprak ve su ısınır ve çözülür. O zaman buzun sertliğinden geriye ne kalır? Su yumuşak ve akıcıdır, buz sert ve keskin, yani bu durumda onların aynı olduklarını söyleyemeyiz; ancak, farklı olduklarını da söyleyemeyiz, çünkü buz suyun katılaşmış halidir sadece, ve su da yalnızca buzun erimiş hali.
Bunun aynısı etrafımızı saran dünyayı algılayışımız için de geçerlidir. Fenomenin gerçekliğine bağımlı olmak, cazibe ve tiksintinin, zevk ve acının, kazanç ve kaybın, ün ve ünsüzlüğün, kıvanç ve utancın eziyetine uğruyor olmak, zihinde katılık yaratır. O zaman yapacağımız şey, içimizde yaşayan özgürlük suyunda buzdan fikirleri eritmek.
Tüm samsara ve nirvana fenomeni bir gökkuşağı gibi belirir, ve bir gökkuşağı gibi herhangi somut bir mevcudiyetten yoksundur. Boş olan ve aynı zamanda fenomenal dünya gibi beliren gerçekliğin saf doğasının bir kez farkına vardınız mı, zihniniz aldanma gücünün altında olmayı keser. Eğer, düşüncelerinizi doğdukları gibi kendiliklerinden çözülmeleri için nasıl serbest bırakacağınızı biliyorsanız, onlar, bir kuşun gökyüzünde hiç bir iz bırakmadan uçuşu gibi, zihninizden geçip gideceklerdir.
Bu sadelik halini koruyun. Eğer, mutluluk,başarı, refah yahut diğer hoş durumlarla karşılaşırsanız, onları hayal ve illüzyon olarak addedin, ve onlara bağlanmayın. Eğer, hastalık, iftira, yoksunluk ya da diğer fiziksel ve zihinsel çilelere uğrarsanız, cesaretinizi yitirmenize izin vermeyin, ama şefkatinizi uyandırın ve sizin derdiniz yoluyla tüm varlıkların acısı tükensin diye dileyin. Hangi şartlar oluşursa oluşsun, ne kıvanca ne ızdıraba düşmeyin, ama özgür ve rahat kalın, sarsılmaz sükûnetinizi koruyun.

Dilgo Khyentse Rinpoche


* samsara: doğum-ölüm döngüsü.

26 Temmuz 2010

Dürüstçe farketmek

Nihayetinde anlıyor muyum? Öğrendim mi? Yani, gerçekten başıma “bişey” geldiğinde, “hiç dert değil!” diyebilmeye başladım mı? Mesela ciddi bir hastalık olasılığında, yahut büyük bir kayıpta. Hayatın gailesi bunun için olmalı. Başka ne anlamı olabilir? Geldik gidiyoruz. En tuhafı burada neden varolduğumuzu anlayana kadar geçen zaman. Zaman kavramı da ayrı bir konu.
Sonunda bir bilebilince bitiyor “her şey”. Hoşçakalın. Ve merhaba. Yepyeni bir ufuk açılır önünde. Şaşıp kalırsın nasıl farketmemişsin bunca yıl? Nasıl da görememişsin şu tabak gibi uzanan manzarayı! O kadar net ve katışıksız.
Böyle olmalı sonrası. Bunu hayal ediyorum ben. Hani dağa çıkarken yokuşta kulakları tıkanır insanın ve yutaktan hava pompaladığında “tıss” birden açılır kulakların. Yahut bulanık gören gözlerini ovalayınca, netleşir görüntü. Bunun gibi olduğunu zannediyorum. Aydınlanmanın ya da ölümün böyle bir tarifi var bende. Denilir ki, ölüm anı en yüksek samadhidir, farkındalığın doruğu. Ölüm konusu hep öteleniyor modern yaşamda. Sanki hiç olmazmış. Herkes ölür. Ama ben! Düşünmek bile istemiyorum! Hepimiz bir mucize bekleriz. Sınava yeterince hazırlanmadan gireriz ve “Ah! Belki de yüksek bir not alırım.” Bunu gerçekten umabiliyoruz işte. Medet ummak var bir de. Kendimizden medet umacağımıza, dışımızdaki herkesin göreviymişçesine bize yardıma koşmasını beklemek. Böyleyiz evet. Biraz kendimizi incelediğimizde hepsi var hepimizde. Farkındalık. Farkındalık. Farkındalık. Bu az buz bir şey değil. Boşuna temcit pilavı olmadı bu “farkındalık” lafı. Böyle yazıları okurken anlıyoruz, evet. Ama entellektüel olarak. Hatta iyi ihtimal, “Evet ya, ne kadar da doğru!” diyoruz. Sonra? Unutur gideriz.

Meditasyon boşuna değil. Daha geniş anlamıyla yoga boşuna yok. Hatta inançla yapılan pek çok dini uygulama da hiç mi hiç boş değil. Bunlar yani “uygulama”lar, en önemlisi. Niye acaba gelmiş geçmiş tüm yüce öğretenler “uygulama, uygulama, uygulama” diyorlar? Sebep basit. Kendimize şöyle bir dönüp bakmadıkça nasıl tanırız kendimizi? Nasıl tanırız insan ve zihin doğasını? Ressam geri çekilip resmine mesafeli bakar, tekrar yaklaşır, müdahelelerini yapıp bir daha uzaklaşır bakar. Görmek için. Müzisyen bestesini dinler, dinler, tekrar dinler. Kulağa hoş gelmeyen tınılar mı var? Meditasyona oturduğumuzda, konsantrasyon aşamasını takiben “kendi”mizi, gerçek doğamızı bulmaya başlarız. Yoga asanaları, doğru beslenme, gevşeme, nefes, yoganın tüm uygulamaları meditasyon için var. Yoganın en yüksek uygulamasıdır meditasyon. Meditasyon yogadan başka bir şey hiç değil. Yoga geniş bir hayat bilgisidir, nefsi terbiyedir.
Ölümü deneyimlemeden daha önce benzerini deneyimleme şansımız var demek ki. Korkuların kökünde yatan ölüm korkusunu yenme şansımız da var anlaşılan. Gevşeme çalışmasında da benzeri bir durum yaşanır. Bırakmak. Nefesini salarken, izin vermek her şeylerin yitip gitmesine. Bir yogi her gün ölürmüş. Gevşeme yatışının da ismi buna işaret eder: Şavasana, yani ölü pozu, ceset duruşu. Bedeni öyle bir gevşetiriz ki cansızmışçasına yayılır yerde. Çözülme başlar. Tüm dertler uçar gider. Her yogasana çalışmasının sonuncusu şavasanadır. Hangi ekol olursa olsun böyle.
Böylece ölüm gelip kapımızı çaldığında bir şansımız vardır. Önceden kestirdiğimiz bir durumdur. İpucumuz elimizdedir. Ölümü bir travma olmaktan çıkaran bir şans olabilir düzenli bir meditatör olmak.

21 Temmuz 2010

uzun ince bir yol



önceki ben'den midir, karmamdan mıdır, kimbilir; çocukluktan yoga hayatımın parçası oluvermiş; onsuz yaşamak nasıldır? bilmiyorum. uygulamalarımda fasılalar da var, derin bir hoca özlemi de. belki yoga bir kitapla bana geldi, ama başımda bir hocam olmadan, iç dürtüm beni yönlendirdi hep. neredeyse bilinçsizce devam ettim. ta ki 2003'e dek. dünyanın öbür ucuna, yeni zelanda'ya gittiğimde yoga sınıfında ilk kez öğrenci oldum. bir hoca nedir öğrenmeye başladım. ross howatson, ilk hocam. o sıra bikram yoga öğretiyor. her gün dersteyim. param yetmediğinde evde de devam ediyorum elbet. sonra aynı stüdyoda melanie'nin dersi. başka bir yoga, adı bilmemnenanda... sonradan iyice ezberliyorum: Şivananda Yoga.
ilahi gibi birşeyler söylüyor dersin başında ve sonunda, kalbim güneşi gören ayçiçeği gibi. biliyorum bu benim yolum. omuz üzerinde ters durup sanki sonsuza dek kalıyoruz; aynı kendi kendime çalıştığım gibi bunda da yerde epey vakit geçiriyoruz, esnetmedik yerimiz kalmıyor, uzun uzun sabırla asanalarda kalıyoruz, doya doya yoga :) sonra her şey duruyor, bitiş gevşemesinde boşlukta süzülüyoruz.. işte bunu hiç denememiştim bir başımayken. düşünce iyice uzakta kalmış.
acele etmiyorum karar vermeme gerek yok. başka yogalar, hocalar deniyorum, bir yandan da bikram ve Şivananda'ya devam. melanie'den -o esnada yapacağıma hiç de inanmadan- nasıl, nerede eğitmen olduğunu öğrendim. bir gün baktım ki uçuyorum, altımda giderek yakınlaşan kara parçası inmek üzere olduğum ana: Hindistan. motherIndia. aşık olduğum baharat ülkesi. doğumdayım, ana rahminden çıkıyorum ilk kez. gerçeklik denen şeye adım atıyorum galiba. hep dediğim gibi aklî niyetim "yoga öğretmeyi öğrenmek"ken, sonsuzluğu buldum orda ben.
ilk ilk ilk kez bütün oldum 199 kişiyle, swamilerle, yılan ve aslanlarla, trimurti'yle, dağla, güneş ve ayla, sessizlikle, sesle, sıcakla, sinekle, çiçekle,.. hiçlikle heplikle... sene 2004. mülkiyetsizliğin beni nasıl da hafiflettiğine şaştım. dönüşte attım pek çok eşyayı. döndüğümden bu yana kesintisiz öğretiyorum -demek utandırıyor beni- çünkü öğreniyorum, bilmediğimi öğreniyorum. koskoca okyanus'un kıyısında durmuş, diğerlerine suya adım atsınlar diye sesleniyorum. bunu hissediyorum yoğunlukla. bazen yoga yolumda ilerlerken, başka bişiler de giriyor yaşamıma, hepsi de gerekli anlaşılan. ama beni saptırmasınlar, bir buna gayretim var. nereye gidiyorum? gündüz gece, gündüz gece, gündüz gece. iki kapılı bir han mı? hangisinden girdim? hangisinden çıkacağım? bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum gündüz gece.

08 Temmuz 2010

Samadhi: Yogik Eforun Zirvesi -2

Akıl, farkındalığın zihinsel örüntülerinden oluşan bir yığındır. Her bir farkındalık kalıbı çıkarıldığında veya yokedildiğinde, kalan bilincin en yüksek halidir ve insanın iç huzuru deneyimlediği yer burasıdır.
Modern insan gündelik yaşamında gerilim hisseder. Şehirlerin yoğun mekanik yaşamı, endüstriyel gelişmeye bağlı izdiham, aile problemleri – tüm bunlar onun artan geriliminin tabanını oluşturur. Gerilim, iki kuvvetin aksi yönlere çekmesiyle ortaya çıkan durumdur. Belirli bir şey yapmayı istediğinizde, içinizden bir güç sizi bundan caydırır. Bu gerilimdir, yahut psikanalistlerin açıklayacağı şekilde, ego ve süper-ego arasındaki çatışmadır.
İçimizde, kötü unsurlar olduğu kadar ulvîler de bulunur. İçimizdeki karanlık ve ilahi güçler arasındaki savaş esas gerilimdir. Bir psikolog, belli yöntemlerle sizi rahatlatacaktır, ama o zaman, anadi vasana denilen, tükenmez ve atıl, bilinçdışı olan-olmayan eğilimler birikimi vardır. Bir psikolog bu birikimi tüketmenize yardım edemez. İşte burada yoga bize yardıma gelir. Onun sağaltıcı, zihinsel, ruhsal, gaip ve psişik değeri vardır.
Gerilimlerinizden kurtulmak isterseniz, öncelikle kendinizi yatıştırmalı ve rahatlatmalısınız. Gerilimin ilk, son ve orijinal sebebini öğrenin. İçimizdeki karanlık ve ilahi güçler arasındaki sürekli mücadeledir o gerilim – şeytan ve Tanrı arasında. Yoga yoluyla, zihinsel, adalesel ve duygusal gerilimler kalkar ve içteki bu sonsuz kavga sona erdiğinde bir aşama gün gibi doğar. Bu ulvi ılımlılığın en üst halidir. Geçici ölümün bununla bir ilgisi yoktur. Yoga, hayatı daha güçlü kılmaya, içimizdeki uyuyan dehayı uyandırmaya, içgörü kazanmaya ve “üçüncü göz”ü (önsezi merkezi) faaliyete geçirmeye yardım eder. Bu üst-bilinçlilik durumudur.
Gözlerinizi kaparsanız, içinizde boşluk ve karanlık hissedeceksiniz ancak samadhinin yogik durumunda hem içsel, hem dışsal farkındalığınız yerindedir. Mâmafih, bu, en yüksek samadhi değildir. En büyük samadhi, zihnin dengesidir, yalnızca bilincin dengesi değil. O akli denge değildir. Bazen, kendinizde hiç bir gerilim hissetmediğinizde, aslında gerilim bilinç seviyesinden bilinçaltına ya da bilinçdışına geçmiştir.

YOGANIN DİNAMİĞİ,
BÖLÜM 1 -AÇIKLANAN YOGA
Swami Satyananda Saraswati

05 Temmuz 2010

Fesleğenin her dem taze olduğu bir yer.

Bugüne ve pranayamaya, dayıcığımın mutfaktan kulağıma çalınan sesleriyle başladım. Yogasanalara geçerken ben, baktım giyinmiş yazlığa kedileri beslemeye gideceğini söyledi. Derken uykusundan zıplayıp Serdar da ona katıldı. Ara verip, pencereden uğurladım onları. Yalnızım ya, şımararak, Satyananda’nın çalıştırdığı gevşeme, surya namaskar ve yoga nidrayı çalıyorum. Yüksek sesle. Onunla çalıştım bir süre daha; sonra ilahiler (chanting/mantra) eşliğinde sürdürdüm. Epey uzun bir sabah. Nefisti, konsantrasyonum yalnız olunca iyice yükseldi.

Geceki düşünceler. Önceki 3-4 günün gizli gerilimi tükendi. Düşünceler halen var, ben salatamı hazırlamaya başladığımda. Ama çarpışmıyor, çaresizce oradan oraya zıplamıyorlar, uslu uslular.
Telefon. Sevgili E. Geç sabah saati. Dharma yoldaşlarımdan biri. Konuşuyoruz, bazen sonsuza dek konuşabilirmişiz gibi oluyor onunla. Ama derinden derinden konular, deşelenip dipten kalkan tortuları konuşuyoruz. Geleceğe dair, bugünkü anatema. Gitmek isterken ben, 4-5 gündür bir duraladım. Buraya sığmaz şimdi, detay ıvır-zıvır; görünen yüzüyle hayat gailesi denir. Neyse. Belki de giderim ama rahatladım. Biraz daha çözüldüm galiba.
Hem bu “an”da olabilirken, öte yandan nasıl da başka bir yerdeyim ben? Yani buradayım, an be an farkındayım yaşadığımın. Öte taraftan, diyorum ki manastıra gidicem Dilgo Rinpoçe’m beni bekler. Halbuki keşiş olmamışım ki... keşişmişçesine hak(k) aranıyor muşum. Onu gördüm içerimde tohumlanıp duran öykünmeyi farkettim. 10 -12 yıldır içimde artık filiz vermek üzereymiş bu keşiş olma merakı. Belki önceki yaşamlarımdan kalmış, belki değil, ama yüzeye geliveren tortu bu oldu. Geçen cumartesi grup meditasyonu sonrasında yavaşça ayılmaya başladım buna. Ertesi gün, yani dün iyice göstermeye başladı kendini. Bu sabah suyun yüzünden toplayıp attım.
Anlaşılan ihtiyacım biraz olsun tek başınalık. Birazcık. Dış uyaranların şiddetinin daha az olduğu bir yer. Rahatlama. Telefonda bunları da konuştuk. E. hazır olmayabileceğimden dem vurdu. “Nepal’e gitmek” yoksa bir fenomen mi oluvermiş? Yoksa ben bu tatlı lamaların enerjilerini mi emicem gidince o diyarda? Telefonu kapadık.
Devam ettim... salata hazırladım. Üzerine pencerede yeşeren fesleğenleri serptim. Fesleğen aşkım benim. Geriye sarıyorum... küçükken bir fesleğen saksım olduğunu hatırlıyorum. İlk göz ağrım. Belleğimde kalan bu iz mi beni o kadar mutlu kılan şimdi?
Ama, huzur tam da şu an bu fesleğenin mis kokusunda işte, taze yeşil renginde, biberli tadında, kaygan dokusunda. Ve, deniz bir diğer aşkım. Her dalışımda sessizliğine aşık olduğum, hafiflediğim tuzlu mavi-yeşil su. Henüz izini sürüp sürüp kaynağını bulamadığım tutku. Denizle, fesleğen yanyana. Sıcak, kuru sıcağın insanı buhar eden hafifletme gücü. Işığın çılgınca yağışında renklerin coşkusu, ve bazı anlarda körleştirmesi insanı. Buram buram kokular. Sağır edercesine öten ağustos böceklerinden hiç bıkmadım oralardayken. Sonra, her şeye kadir keçiler dolanıyor özgürce etrafta. Sabah köründe suya dikkatlice girerdim, uykularında suyun içinde sallanan minik balıkları ürkütmemek için usulca hareket ederdim...
Yoksa... fesleğenlerin hiç solmadığı diyara mı gitmeli?