31 Aralık 2010

Yatış.

İnce bir hilâl olacak bu gece karanlığında göğün,

Eğer başını kaldırır bakarsan.

Var olanlar,

Yalnızca gördüğün, işittiğin, tattığın, dokunduğun,

Ve kokladığınla mı sınırlı sandın?

Oysa orada duran bayağı büyük bir gerçeklik var.

Hep yok saydığın.


Burada hemen ellerinde,

Yumduğun avucunda, hissetmiyor musun yaşamı?

Nabzını hayatın, duymuyor musun?

Sonra yattığında yere boylu boyunca,

Bıraktın avuçlarını açılsın, dolsun gökyüzü içine.

İzin verdin gevşemesine parmaklarının,

Ve koyuverdin kendini yerin çekimine.

Nefesin kendiliğinden gelip giderken

Şaşmadın mı? Nasıl da sürüyor yaşamın.

Sen ne yaparsan yap soluğun kesilmiyor.

Ölmüş gibi uzansan da buz gibi taşa,

Olmuyor, taklitten öte değil.


Ama bir gün, bir an, var ki;

İşte o görmezden geldiğin,

Hani hiç bilmemezliğe geldiğin o koca hakikat.

Bitirdiğin, ve başladığın...

Ölüm.


Umâ. 2010, aralık, 31.

29 Aralık 2010

Yeni.

Evet, hiçbir şey aynı değil. Ne de farklı. Bir yandan hayat süregiderken, yoğun olarak duyumsanan ise bir şeyler hiç de gitmemekte. Duruyor. Orada öylece dikilmiş. Duygular. Daha önce de pek çok kereler dedim, hem de dinledim, hem de okudum, öğrendim… Duygular nasıl oluşur. Algı mekanizmasına gelen uyaranlar anı birikimiyle muhatap olup, zihinde nitelendirilip, sonucunda duygu oluşuyor, kısacası.

Kimi duygular inatçı. Kimiyse dönüşüveren. Gizli, gizli bağımlı ediyor insanı kimisi. Bunlardan birine sevgi demişiz. Ve bu sevgiden baş veren başka isimli duygular da mevcut, ama az, ama çok. Bu aralar kafamı kurcalayan insanların duyguları eşit midir? Hem nicelik bakımından, hem nitelik. Dün M. ile derin bir sohbete daldığımızda ona da açtım konuyu. Pek bir yere varamasak da, yaşantılarımızdan çıkarımlar, karşılaştırmalar, derken epey yol aldık.

Gelelim yine orada dikilip duran kısma. Gitmeyen. Bir türlü değişmiyor gözüken. Misal şu ara içinde bulunduğum hâletiruhiye. Annemi dünya gözümle görmemeye alışma dönemindeyim. Bunun ne çok faydaları varmış. Hayatı tiye almaktan, ota böceğe kadar her zerreye artan şefkate kadar iyi bir şey ölümle yakından yüzleşmek. İlk günlerdi, elimdeki tüm ölümü işleyen spritüel kitapları devirdim. Bu defasında bambaşka anlamları bularak okudum hızla. Hayatımı bir daha, bir daha sorguladım. Sonra öyküler dönemim başladı, geçen güne dek sürdü. Yaşama dair ama yaşamın içinde yitmeden yazılanları okudum bir bir.

Cumartesi’ydi, 3 gün evvel. Çeşitli meditasyonlar çalışıyoruz. Birinde, hoca sırayla sevdiğiniz birisini, sonra nötr bulduğunuz birisini ve sonra zor ilişkiniz olan birisini seçin dedi. Nötr? Düşündükçe bulamadığımı fark ettim. Mesela, köşedeki bakkal olabilir, yoldan geçen biri olabilir. Nafile her birine bir duygu besliyorum. Ama az, ama çok. Derken M. ile sohbetimizde bundan dem vurdum. O da hayretle fark etti, böyle birini bulmak ona da zor geldi. Nötr. Sana hiçbir duygu vermeyen biri.

Yaşadıkça, yaş aldıkça, yaşlandıkça, duygular silsile oluşturuyor. Girdaba dönüşüyor. Bazı bazı insanı boğabiliyor. Yoga pratikleriyle, bunlardan özellikle meditasyonla, anı birikimlerini, hatıralar sandığını temizliyoruz. Bunlardan arındıkça, duygularımız da öyle bizi sarsacak denli etkilemez oluyor. Daima yepyeni, taptaze oluşumlarla hafifliyoruz. Huzurlu bir mutluluk, yaşamımızı sürerken zemin olabiliyor.

Onun için bilgelerin gülüşü bizi sarar,

gözlerinde parlar samimiyet

ve kalbinden akar bize şefkat.

Lama Yeshe. http://www.lamayeshe.com

13 Aralık 2010

Annemin narı.

Annem yok yanımda o sıra. Kamaradere’deyim. Annemin o özel vurgusuyla sevip okşadığı minicik nâr ağacı, boyuna bakmadan meyvesini vermiş. Bereket timsali nar. Canım nar. O sıra annem yok yanımda. Şimdi de olmadığı gibi. Bu sefer ki yokluğu neden farklı hissediyorum?

Hâlbuki o şimdi benim kanımda canımda. Bunu daha önceleri hissetmediğim gibi iliğimde kemiğimde yaşıyor annem… Ve babam da beraber. Yürüyorum yolda onun ani gidişiyle beraber; dönmemecesine ayrılışından sonraki bir vakit. Sokaktayım. Hava buz gibi diyorlar. Hissetmiyorum soğuğu. Tek duyduğum hücrelerimin bana seslenişi. Buradayız tatlım; canımız, kanımız sende akıyor. Annem ve babamın sesi bu anlaşılan. Ne kuvvetli bir histi bu yarabbi.

Meditasyon inzivasına çekilmeden hemen önceki hafta annem bir gece bana iç dökmüş, nasıl da babamı özlediğini sayıklamıştı. Böyle anlar çok enderdi. Geçmiş zaman kullanıyorum şimdi. Kolay değildi anacığımın duygularını ifade etmesi. Korkuyla burkulmuştu yüreğim. Belki de o korkuyu görüvermiştir gözlerimde, ben bunu saklayarak ne ben ne ablam dolduramayız ki onun yerini annem. Demiştim. Şaştı kaldı bu söylediğime. Hiç olur mu? Sizin yeriniz bambaşka elbet! Canımsınız benim!

Orası neresiyse gidilen… birbirlerini bulsunlar diye diliyoruz ablamla ben.

Sonra bütün o prosedür silsilesi esnasında; bütün o telefon silsilesinde, bir an için duyumsanan o hep varolacak saydığının boşaltıverdiği alanda, o koskoca boşlukta, bir bir birikiyor minicik başsağlıkları, iyi dilekler, teselliler, tüm o sevgi sözcükleri doluşuveriyor, sanki o dev boşluğu doldurma çabasındalar. İrili ufaklı kaynaşıyorlar. Onlar sırtını dayayacağın bir iskemle arkalığı sanki. Oysa sen sırtını dayamaya bile muhtaç olmadığın bir varlığın eksikliğindesin.

Sordum kendime, ne farkı var? Burada, orada, nerede? Varoluş bu mu? Yok oluş ne? Duyularımızın şu kısıtlı algılayış mekanizmasında, cismen mi aramalı varoluş sihrini? Anlarım var ki kahroluyorum yokluğundan. Sonra da yine kabulleniş yetişiyor imdadıma. Yine yolda yürüyorum, belki o bahsettiğim günle aynı gündü; ilk kez doğmuş duydum birden kendimi. İlk kez basıyorum sanki yere. Annemle babam beni mezun etmişler gibi… mi desem; yahut, haydi kızım artık kendi başınasın. Hoş geldin dünyaya. Bunun gibi bir şey. Hatta bir çeşit mutluluk kapladı yüreğimi. Ve huzurla andım tatlılarımı, sevgili annemle babamı. Verebilecekleri her şeyi verdiklerinden emin, etrafımda uçuşuyorlar, ışık ışık, pır pır titreşiyor o yok oldu sanılan varlıkları her yanda.

Geçen hafta tam bu sıraydı. Annemin ruhuna okunan dualarla başımı kaldırdım göğe; uçan kuşlar vardı. Sanki o da onlarlaydı. Pırıl bir gök, birkaç ağaç dalı, sessizlik, dirilten bir temiz hava, ne tenha ne kalabalık, sükûnetle uğurladık annemi… buluşmak üzere.



30 Kasım 2010

Yarın bambaşka bir gün.

Bu sonbaharda pek yazmadım. Hayat gailesi denir ya, bu var başımda. Şimdi de, gidiyorum tekrar. 10 gün yokum… 10 günlük yıllık olağan oturma inzivası. Gaileden sıyrılmak yani.

Vakit gelmiş. Yarın öğlen Şile’ye hareket. Bu sefer çok kalabalıkmış kurs… En son duyduğuma göre 120 kişiymiş. Neden? Bin kere anlatsam her defasında yeni keşifler doğuyor dilime yazarken. Yazarken ben yahut anlatırken ya da ders esnasında, yeni bilgiler hakikaten doğuyor belleğimde. Neler olacak orada? Saydım, her gün 10 saat meditasyon çalışıyoruz, en az. 9,5 gün tamamen böyle. Ayrılma gününden bir evvel biraz azalıyor saatler; ve konuşma serbest artık. Büyü bozuluyor. Yani toplamda 95 – 100 saat meditasyon yapılıyor. Harika!

Bu kursta, dikkatimizi tam kapasiteyle kendimize çevirebilmek için, dışla iletişimimizi yok denecek denli azaltıyoruz. Konuşarak, yazarak, işaretle, bakışlarla ilişki kurmuyoruz. Sessizce kendimizi dinliyoruz. Kendi kendimize kalmışçasına yaşıyoruz bu 10 günü. Algılar açıldıkça açılıyor. Zihnin faaliyetini görmezden gelmeye mahal kalmıyor. Bittiğinde hiçbir şey eskisiyle aynı değil. Dönülen ev, gidilen iş, buluşulan arkadaş, okşanan hayvancık, koklanan çiçek, aynı değil. Aynı, ama değil. O vakit anlamaya başlıyorum, algılamak yeterli değil yaşam mucizesini kavramaya. Kavrayış sonsuz bir süreç hem. O inziva boyunca kendini seyreder oluyorsun. Kendini tanıdıkça, başkasını daha bir tanıyor insan. Kendini buldukça gerçeği bulmak mümkünmüş gibi bir hal geliyor.

Krişnamurti yakamda. Hakikat yolları olmayan ülke! Buracıkta duran hakikati bulabilecek miyim? Bulduğumda bunu anlayacak mıyım? Sonra ne kalır ki geriye? Hakikati bulana bu hayat dar mı gelir? Yoksa, sonsuz bir okyanusta mı duyar insan kendini? Görmek hakikati kendimi gördüğüm aynada… mümkün mü?

Bunların cevabı hiç yokmuş. Olmamış. Olmayacak. Bilebildiğimiz bu yaşam düzleminde henüz kavrayışımız öyle kıt.


böyle bir kursla ilgilenenlere: http://www.tr.dhamma.org/

25 Kasım 2010

Bilgelik Kartı

Bilgelik, gelgeç başarılardan etkilenişimizin ötesine geçmemize yardım eder.” Önümde, klavyemde “geçici” olarak duran bu notu okuyorum. Arka yüzünde bir melek tasviri bulunan kartı, geçen gün bir Hintli bana çektirmişti. Tam da o günüme uygun bir mesaj olduydu -hep öyle olur ya. Kartı okuyup anladım, çantama attım; sonra bugün hızla bilgisayarın yanından geçerken klavyeye tutuşturuverdim.

Ne zaman bilge oluruz? Herkes olur mu? Nasıl olur? Hepimiz bilgeyiz denilir. Bunu gerçekleştirmenin yolu kendi hayatımızı incelemek olabilir. Kendi üzerimizde çalışmak olabilir. Kendimizi tanımaya başlamak olabilir. Ve sevmeye başlamak kendimizi. Olduğu gibi görmek, bunu kabul etmek, yavaşça evrilmek… Değişim. Bunların yolları çok çeşitli. Geçen gün alıntıladığım Krişnamurti mesajındaki gibi, hakikate giden bir yol yok galiba. O zaten burada duruyor.

Her şey tahminimizden de basit.

Olabilir mi?

Bazıları, Krişnamurti, Dalai Lama, Gandhi, Şivananda, gibi “bilge”dir. Bunun aşamaları mevcut. Kimi Niranjananda gibi doğuştan seçilmiştir, bilge doğmuştur. Sonrasında durmamış kendini daha geliştirmiştir. Kimileriyse daha bir farkındalıksızlıkla doğar, sonra belki kendini geliştirir, kendi çapında bilge olur. Ama o da bilgedir işte. Kimisiyse, cahil doğar, belki yaşamı boyunca bir türlü kendini bulamaz, bilgelik mutlaka vardır yine de, bazı noktalarda ortaya çıkıverir… Buna kendi bile şaşar. Ve bilim adamları, sanatçılar var. Onların bilgeliği, ürünleriyle insanlara verdikleri ilhamdır, yaşama kattıklarıdır. Sezgisel bilgi, doğar durur sanatçının içine.

Hayat çok basit... Olabilir mi?

“… gelgeç başarılar…” yani dünyevi kazançlar. Şunda birinci olmak; ya da sonuncu. Bugün de eve ekmek götürebilmek. Cevap yapıştırmak. Yahut, kazanamamak. Herhangisiyse, fark etmez, sonuçta bundan etkilenmek kısmı var daha önemlisi. Kendini bir şey sanmak da desem bir, egosunu kabartmak da. Ya da egonun aç kalması. Bu ego tümden kötü değil elbet. Bunda da yin-yang dengesi söz konusu. Egonun iyi yönleri mevcutsa da, çoğu kısmı pek hayrımıza olmuyor. Kendimizi ayrı hissettiriyor en başta. “Ben”, “benim” kavramları istila ediyor... Kendimizi ve üstelik her yeri, ortalığı kaplıyor. Reklamlar bundan besleniyor. Sonra daha, dahalar baş gösteriyor. Kıskançlıklar uç veriyor. Kin, nefret, hoşgörüsüzlük, gibi mutsuzluğa zemin olan duygular.

Bu duyguların oluşumu ayrı bir hikâye! Düşünce zincirleri, zihin, egoyu yaratan zihin, yani düşünce dalgaları. Kısaca duyguların oluşum süreci şöyle: dıştan gelen etkiyi duyularımız alıp iletiyor, bunu algılayan zihin, önce tanımlıyor, sonra önceden birikmiş olan izlenimler, hatıralar, izler silsilesindekiler doğrultusunda, bu etkiyi yaftalıyor, yargılıyor, iyi, kötü, tehlikeli, sevimli, çok şeker, ne iğrenç, sıkıcı, ferahlatıcı, vs.

Bu kadar basit olabilir mi her şey?

Günlük başarılarımızdan etkilenmenin ötesine geçmek? Bunlardan nasıl etkilendiğimize ve etkilendikçe neler olduğuna göz atabiliriz. Mesela başaramadık, en basiti bu bizi mutsuz eder büyük ihtimal. Mesela başardık, bu bizi mutlu eder büyük ihtimal. Şimdi misal, mutlu olduk; hemen ardından yine mutsuzluk gelecektir. Çünkü keyiflenen biz, sarkaç kanununa uyarak biraz sonra olandan ihtimal hiç hoşlanmayacağız. Dünyanın en basit kanunu, fizik kanunu hem; yogada raga-dveşa dediğimiz kavrama geldi sıra. Yani “hoşlanmalar-hoşlanmamalar”. Yaşamımızı yönlendiren yegâne kural.

Evet, bu kadar basit! Tek bir kural hayatımızı yönetir. Bu tek kural hayatımızı zindan da eder.

Yok canım! Ben hiç de öyle yapmıyorum. Daima başkalarının isteklerini göz önünde tutarım. Vs. Diyenler olabilir bunu okurken. Oysa -tarafsızca- kendimizi birkaç gün izlediğimizde görmeye başlayacağız… Şimdi dışarı çıkmak istemiyorum. Şimdi olmaz. Yarın bilmem neyi görmek istiyorum. Yok, çay istemiyorum. Bir kahveye hayır demem. Dün canım istemeye, istemeye zorla bilmem nereye sürükledi beni. Kaç kere dedim, bunu sevmiyorum, anlamıyor! Bayıldım çocuğun tipine. Gelmediği iyi oldu canım, zaten pek sevimsiz. Gelmeni çok isterim. İstemem. Severim. Sevmem. Binlerce bu ya da benzeri cümleler uçuşur zihnimizde. Bir dikkat edin, biraz zihninizi yoklayın. “İstesek” de “istemesek” de bu bir hakikat. Yolları olmayan ülkeden yani… Hakikat denilen.

Hakikat bu kadar basit! Olabilir.

Met cezir, sevme-sevmeme, çekme-itme. Bu zıtlıklar sarkacın iki ucu gibidir. Ne kadar uca fırlatırsak, sarkaç öbür uca aynı hızla döner. Ne zaman uçlara dek savrulmayacağız, ne zaman ki hızımızı azaltacağız, o vakit zihnimiz durulup, belki biraz daha dengeli, biraz daha huzurlu yaşama olanağını bulacağız.

Çalışırsak… Olabilir gibi görünüyor.

19 Kasım 2010

Bugün...

“Hakikat, hiçbir rotayla erişemeyeceğimiz, yolları olmayan bir ülkedir.”

Jiddu Krishnamurti


08 Ekim 2010

Herhangi Bir An'da

Geçen akşam özlediğim öğrencilerime yoga çalıştırıyorum. Balasana’da dinlenirlerken, aklıma düştü bir zamanlar okuduğum bir yorum. Meditatörün birinden, “…yogada meditasyon filan olamaz, hele de zor bir duruştayken beden gevşemez, zihin de öyle…” minvalinde satırlar. O burada yoga duruşlarını kastediyordu, asanaları. Patanjali sutralarından 2. Bölüm “Yoga ve Uygulaması”nı anlatır. Bu bölümün özellikle 3 sutrası asanayı tarifler. Sutralar özlü sözler olduğundan genellikle ustaların açıklamalarına, yorumlarına ihtiyaç duyulagelmiştir. Swami Prabhavananda ve C. Isherwood’dan buraya alacağım özet açılımlarıyla beraber:
46. Duruş (asana) sağlam fakat rahat bir pozisyonda oturmaktır.
Öncelikle asana ile burada padmasana olarak geçen lotüs oturuşu kastediliyor. Bağdaş kurmanın bu varyasyonunda ayaklar karşıt uylukların üstlerine yerleştirilir. Bunun getirisi, kişinin omurgasını rahatlıkla düz tutarak sakince oturabilip, bedeni tümüyle unutabilmesi. Baçlangıçta hiç de kolay değil. Bir yogi için dik duruş kesinlikle gereklidir. Zihin derinlere daldığında, omurga boyunca ruhsal bir akımın yükseldiği hissedilir; haliyle bu akımın rahatça geçip yükseleceği yer dik ve açık tutulmalı.

47. Asana bedenin doğal eğilimlerinin kontrol edilmesi ve sonsuz üstüne meditasyon yapma vasıtasıyla sağlam ve rahat hale gelir.
Çoğumuz pek de doğru durmayız ve fiziksel gerginlik artar. Bundan ötürü, asanalar dikkatle çalışılmalıdır. Hedef, bedenin son derecede durağan ve bir o kadar gevşemiş olduğu çabasız bir uyanıklık halidir. Sonsuz üzerine meditasyon yaparak zihni sakinleştirmeliyiz. Bunu hayal etmekte zorlanırsak, gökyüzünün enginliğine odaklanılabilir.
48. Ondan sonra kişi artık duyusal deneyimin ikiliklerinden rahatsız olmaz.
Yani, Bhagavad Gita’nın ifadesiyle, “zıtlıklar çiftleri”, fenomen dünyasının görünürdeki ikilikleri, sıcak-soğuk, zevk-acı, iyi-kötü, gibi. Benim buraya nacizane ekleyeceğim, yoganın 8 kolundan pratyaharanın yani duyuların geri çekilmesinin de bu sutrayla ilgili oluşu.
Şimdi, bu anımsatmadan sonra, bahsedeceklerime geliyorum.
Geçtiğimiz ayı Hindistan’da Neyyar Dam Şivananda Aşramı’nda geçirdim, ve dönüş tarihimi Istanbul’da gerçekleşecek olan bir atölye çalışmasına göre ayarladım. Hevesle beklediğim usta yogi Dharma Mittra geçen hafta 3 günlük bir eğitim verdi. İlk gününde yogayı etraflıca anlattı. Onun da vurguladığı, tüm yoga çalışmalarının bizi meditasyona hazırladığıydı. Amaç meditasyon, evrensel bilince ermek yani yoga yani birleşme/bir olma hali. Ustanın dediği gibi “spiritüel” çalışmalar emek ister. Ahlak kurallarına uyacaksın (yamalar, niyamalar), düzenli egzersizlerini (asanalar, pranayama, gevşeme) yapacaksın, yediğine içtiğine dikkat edeceksin (vejetaryen beslenme), düzenli meditasyona oturacaksın, gibi uygulamalar.
Esas olan cehaletten kurtulma, bu dünyanın faniliğini sindirip, ardında yatan engin bilgiye açılma. Sözkonusu ettiğim akşam dersime dönüyorum; herkes balasanada, altına ayaklarını toplamış, alnını yere bırakmış, sakinleşiyorlar. Diyorumki, işte bedenle yapılan bir yoga duruşu, ve zihin eğitimde. Bir yoga dersi süresince asanalara, nefes ve gevşemeler eşlik eder, kişi hazır oldukça meditasyon eklenir. Düşünüyorumki, bu aynı günlük hayatımıza benziyor. Burada onun provası var. Ne yapıyoruz burada? Zor bir yoga duruşunu ele alalım, ne oluyor o esnada? Bir kere yogada elzem olan teslimiyet var, hocanın yönlendirmesine teslim olarak başlayıp, o duruşta kıpırdamadan kalmaya niyet ederek duruşa teslim oluyoruz, her şeye karşın nefesimizi sakince sürdürmeyi öğreniyoruz; sonra, etraflıca farkındalığımızı geliştiriyoruz; her iki ayağımıza, bacaklarımıza, her iki el ve kollarımıza, ensemize, başımıza, karnımıza, sırtımıza, göğsümüze, hatta yüzümüze ve muhtemelen iç-organlarımıza hakimiz… bu öyle hemen gelişmiyor, yavaş yavaş gelişiyoruz yogada. Farkındalığımız yükseliyor. Günlük yaşam koşturmacasında da başlıyoruz, elimize ayağımıza, nefesimize hakim olmaya. Nefes ile zihin birbiriyle yakın ilişkide. Nefes hakimiyeti, zihin kontrolünü kazandırıyor. Tepkiselliğimizin azalması, alacağımız tepkileri de azaltıyor, değiştiriyor, ilişkilerimiz düzeliyor. Gün içinde yaşantıladıklarımız daha bir meditasyona evriliyor, yaşamımız giderek daha bütün hale geliyor.
Provasını yaptıkça gerçeği buluruz. Yogada derinleştikçe, keşfedilecek koskoca bir dünya buluruz. Her bir yoga uygulaması, bilgi okyanusundan, damla damla, belki dalga dalga, içimize evreni doğurur.

25 Ağustos 2010

Bağımsızlık üzerine


H. ile beraber geçen birkaç saatin ardından baktığımda ortada koca bir bulut vardı. Bir fikrin bulutu. Hem gölge hem ışık oynaşıyor içinde. Bağımlılıklardan kurtulmak, ama ruhen üstesinden gelmek minvalinde yazdığım blogun ardından gelen dostumun değindiği fikrin o ağırlaşan bulutu.
Diyorki, “seni sevdiklerin sen yapar, seni bağımlılıkların sen yapar, seni sen yapanlar yaşatır, sevdiklerinle içinde sevgi enerjisi artar, yaşamanın anlamı olur.” Mesela kediler... ki benim en zaafım olan nokta. Frekansımız tutuyor bir kere. Zaaf olarak görmek yanlış, derinlemesine koşulsuz sevmek, şefkatle sevmek bu. Hemfikiriz H. ile. Diyorum ki, öte yandan bu bağımlılıklar değil mi bizi mutsuz kılan. Yo, bunu kendime söylüyorum H. gittikten epey sonra. O buluta bakarak diyorum.
Evet bu tarz hayatı sürdürürken oldukça zor ruhsal bağımsızlığı geliştirmek. Ne yapıyoruz ilk gençliğimizde başlayan bir çabayla? Kendimize ait bir dünya yaratıyoruz. İçinde şu müzik olsun, biraz kitap okuma, bilmemhangi kafede müdavimlik, şu okula gitsem şöyle fıstık gibi bir iletişimci olsam,.. ilerleyen yaşla beraber başlayan; biraz da spor koysam yaşantıma fit kalırım, artık bilmemkimden bıktım artık aramasam onu, evet küresel ısınmadan korkuyorum ama yine de bırakamıyorum şu sigarayı, çocukların okulu! hem çamaşırda yumuşatıcı da kullanmayarak üstüme düşen sosyal sorumluluğumu yerine getiriyorum, daha ne?, ama televizyonsuz da dünyadan haberim olmaz ki,.. kazandığım nereye uçup gidiyor?..
Böyle uzayıp giden hayat gailesinde, sen düşünceyi üretmesen de dış sesler sana bağırır: “Hadi bak şu film geldi kaçırma!” “Bu seferlik hayvancağızların canını unutup, biraz döner ye!” “Aslında koltukların ne kadar eskidi, al! Bunlar bilmemkaç taksitle!” “Yaşlılıkta garantili davran, sigortalan ikinci bahar! Öde, öde, öde! Sonra biz sana bakarız.” Ancak poliçede, küçük puntoyla yazılı onlarca madde arasında sıkışıp kalmıştır: “Biz senin göz ameliyatını karşılamayız katarakt olunca. Vitamini de ödemeyiz. vs”
Her şeyi ilk başta severek yaparız. Her şeyin ilki en tatlısıdır. Zihin buna bayılır. İlkler. Sonra rutine biner her şey. Zihin bunu da pek sever. Zihin klasifiye eder, depolar, böler, çarpar. Neyi sevmez? Meditasyonu. Zihin kendine gem vurulmasından hiç hoşlanmaz. Bunu bir kez başardın mı, işte mutluluğu tadarsın. Ne olur? Ara. Antrakt. Yaşam filminde açılan bir pencere. Boşluk. Nefes almak. Zihin de sonrasında daha sakin verimli olur. Parlar. Kandırmak gerekir biraz zihni, şımarık bir çocukmuşçasına terbiye etmek. Sonra? Bakarsın sevmediklerin pek de fena sayılmazmış. Bakarsın sevdiğini, bağlandığını yitirdiğinde kabullenmek daha bir kolay.
Ruhen bağımsızlaşmak. Bu sevdiklerinden uzaklaşmayı gerektirir mi? Galiba bazen gerekiyor. Belki bir gün, düşmanımı çocuğumdan farksız sevebilmem mümkün olur. Ancak henüz o kadar olamıyorum. O sebeple sevdiklerimden uzaklaşıp biraz daha eğitmem lazım kendimi. Hissedebiliyorum, sınırlı sayıda derin sevginin yerine geçecek olanı, her bir şeyi şefkatle, derinden sevmenin tarifsiz mutluluğunu. Çekinik yaşam, buna yarayabilir. Henüz gücümü toplayamıyorum; ama umudum var.

23 Ağustos 2010

Samadhi: Yogik Eforun Zirvesi -4


İçsel gerilimlerden nasıl kurtulunur? Yoga çalışmadığınız, zihninizi içe döndürmediğiniz ve duyularınızı kontrol etmediğiniz sürece, gerilimlerinizden kurtulamazsınız. Duyular ve zihin yok edilemez. Tutku ya da arzu, kutsal olanla şeytani olan arasındaki savaşın köküdür. Öyleyse duyuları dizginlemenin ve zihni ve arzuları hissetmeyi baskılamanın bir faydası yok. Eğer ruhsal huzur, ulvî sükûnet, yahut nihaî ebedî huzur istiyorsanız, o zaman bağlılıkları yakmak veya yoketmek ve bağımsızlık sanatını mükemmelleştirmek durumundasınız. Memnun edici şeylerden hoşlanma ve nahoşlardan hoşlanmama olmamalıdır. Fiziksel, zihinsel ya da entellektüel bağımsızlığın size pek faydası olmaz. Ruhsal bağımsızlık esastır.
Anadi vasana stoğu tükendiğinde, mükemmel bir denge ve huzur hali gelir. Ne iseniz o olursunuz. Şimdi farkında olduklarınızın yine farkında olursunuz. Samadhi mutlak algı, zeka ve tetiklik durumudur. Samadhide, herşeyi uyanık halinizdeki gibi, tanır ve bilirsiniz. Normal ayrımsama algınızı sürdürürsünüz, ancak, zihinsel, politik, sosyal ve seksüel taraflılığınız olmadan; fiziksel, zihinsel ve iç zeka krizlerinin üstesinden gelirsiniz.
Samadhi sonrasında kişi pasifleşmez. Daha ziyade, çok güçlü ve aktif hale gelir. Günlerce süren ağır iş onu yormaz. Uyku haplarına ve yatıştırıcılara ihtiyacı kalmaz. Trajedik ve keyifli olayların etkisi yoktur. Keyif ve hüzünde, ölüm ve doğumda, kayıp ve kazançta, aşağılanma ve onurlanmada, dile düşmekte ve meşhur olmakta, hep denge vardır. Kişi tarif edilemez bir sükûnetle doludur. Saadet deneyiminin kucağındayken deneyimlediğinizi derin uykunun huzurunda deneyimlemiş olmalısınız, ve hiç bir şey sizi rahatsız etmez. Derin uykuyla samadhi arasındaki tek fark, uykuda bilinçsizsiniz, samadhideyse her şeyin bilincindesiniz ama yine de sakin, dengelenmiş ve neşelisiniz. Bu en yüksek sükûnet, huzur ve neşe halini bir düşünün!

YOGANIN DİNAMİĞİ, BÖLÜM 1 -AÇIKLANAN YOGA Swami Satyananda Saraswati

22 Ağustos 2010

Samadhi: Yogik Eforun Zirvesi -3


Birinin meditasyonda ilerlediğinde hissedeceği en büyük gerilim onun en iç bedenindedir. Bağımsız ruh vahşi doğadadır. Dışadönük duyular bağımsız ruhun huzurunu alır götürür. Bağımsız ruh, akıl dışı, rahatsız, ve uyuşuk hale gelir. Ataletten ötürü bağımsız ruh dünyevilikte dolanıp durur. Bağımsız ruh gölgelerin, hırsın, vs, ardından koşar ve huzur için gereken dört unsuru boşverir. Nihai huzur arayışında, kutsal kişilerin eşliği, içgözlem, ruhsal çalışma ve içsel sessizlik, bu yola koyulmakta gerekli dört faktördür.
Bu gerçek gerilimin başladığı noktadır. Şimdiye kadar, zevki dünyada tattınız, arzu, tutku ve ihtiras geliştirdiniz. Şimdi savaşınız tembellikle, rehavetle ve miskinlikle. Ayrıca, zihnin görünmez güçleriyle, bilincinizdeki çelişkilerle de savaşmalısınız. Gelişmek için, sadakât, ruhsal yaşamsal kuvvet, sürekli tetiklik ve her daim farkındalık elzemdir. Ruhsal çalışmanız devamlı ve tempo sabit olmalıdır.
Bazen tetiklik ve farkındalık bozulur. Rehavet tarafından gölgelenir, tetiklik gevşer çünkü duyular çok güçlüdür. Balığın, geyiğin, fillerin ve yılanların yalnız bir duyusu aktifken, ve bu onların sıklıkla hayatlarını yitirmelerine sebepken, insanın beş güçlü duyusu vardır. Duyularına teslim olmuş bir adamın kaderini düşünün.
Kişi hiç gecikmeden, samimiyetle ruhsal çalışmaya alışmalıdır. Eğer ruhsal çalışma programınızı ertelerseniz, o hiç bir zaman hayatınıza girmez. Sürekli tetikliğin ve ruhsal uyanıklığın eksikliğinden ötürü, ruhsal kişilik unutulur gider. Bundan dolayı, her zaman “uyanık kalın”. Arzu, öfke ve hırs içimizde gizlenmiş büyük eşkıyalardır ve kutsal hazinelerimizi yağmalarlar. Bu sebeple, her vakit dikkatli olun.

YOGANIN DİNAMİĞİ, BÖLÜM 1 -AÇIKLANAN YOGA Swami Satyananda Saraswati